'Aşk olsun'

İLK ÇOCUKLUK yıllarından gençliğe ve ihtiyarlığa kadar uzanan bir çizgide, neredeyse bir ömür boyu insanın peşini bırakmaz sevgiler, ilgiler ve aşklar. Gün olur muhatabın, ihtiyacın ve yaşın durumuna göre bu duygular da şiddetlenir.

Gönül denizinin dalgaları içimizdeki sınırları zorlar, kıyıları döver âdeta. Biz miydik o sakin, o ilgisiz insan? Halimize şaşarız.

Şimdi bize ne olmuştur da kaptansız bir kayık misali yalpalamaya başlamışızdır? Kalbimiz söz dinlemez. Sesimiz ulaşmaz ona. Çaresiz, ardından sürüklenir gideriz. Akıl onu dengelemeden, kalp sevgisine karşılık aramaya çıkmıştır bir kere. Aradığı bir işaret taşı da olsa, yine de değerlidir. Ömründe hiç tatmadığı hazzı tadar, hiç duymadığı coşkuyu duyarsa kim insanın kalbini yolundan çevirebilir, ona engel olabilir? Sevgi engel tanımaz, aşk ne varsa aşar. O kalp, sevdiği için her çılgınlığı yapar da, yaşadığı onca acı ve kederden sonra durgunlaşır, durulması gereken noktaya gelir, sakinleşir. Ne güzel diyor şair Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu:

“Nerede bir bardaktaki sakin duruşun,

Nerede sahildeki o azgın vuruşun.”

Kalp kararında ise herşey kararındadır. Değilse, dünyamız da kararmış demektir. Aşkın gözü karadır çünkü.

Aşktan söz açacaksak, onun arka planını da görmek gerekir. Aşkın, sevginin gücüne inananlardanım. Ama bu beslenmenin, bu coşkunun kaynaklarına da inanırım. Temiz bir kaynaktan beslenmeyen bir havuz temiz olmayacaktır elbette. Günün akışı içinde, moda tabirle, bir günlük bir gecelik aşklar zaten konumuzun dışında. Aşk bir haldir, ölüm gibi, geldi mi götürür. Aşk geldiğinde, seni bütün benliğinle alır, senden uzaklara taşır. Geriye seni hatırlatan bir iz bile kalmaz. Kumsalda, dalgaların ayak izlerini silmesi gibi... Aşk dalgaları seni gerçek bir ummana ulaştırır.

Sen gibi bir damlayı denize katar. Aşkın gücü de burada olmalı. Bir günde bitiyorsa sevgiler, olmaz olsun. Hesaba kitaba, yarın kaygısına dayanan tüccar kafaların, tüccar kalplerin işi olan aşklar girmesin dünyamıza. Böyle aşkların peşinden koşanlar, kendilerine âşıktırlar aslında. “Aşkın pazarında canlar satılır/Satarım canımı alan bulunmaz” diyor, bir dertli. Kalbini paraya pula satanlar bu pazarda çok ucuza gitmişlerdir. Kalbinin hazinelerinden habersiz yaşayanları sahip oldukları hangi şey zengin edebilir?

Aşk, bu açıdan bakılınca, tarifini de bulmuş oluyor bir ölçüde. Hani Mecnun’a, “Vazgeç şu Leyla’nın aşkından” dediklerinde, o, halini anlamayanlara sitem eder. Sanki o bıraktıkları yerde mi kalmıştır? “Aşkın aldı benden beni” diyen Yunus habercisi olur âdeta ve der ki: “Leyla diye diye buldum Mevla’yı/Ben neyleyeyim şimdi Leyla’yı.” İşte bu kadar. Gemi yolcusunu almış, tehlikelere rağmen her engeli aşmış ve taşıdığı yolcuyu güvenilir sahile ulaştırmıştır. Geriye dönüp baktığımızda, geçen onca yıla rağmen, unutulmayan hatıraların baş köşesinde hep aşkı görmemiz boşuna değil.

Delicesine severler de bazıları, aşkın ateşi sönmesin diye midir, sevdiklerinden uzak durmayı yeğlerler. Bir bildikleri vardır elbet, herşeyin sınavı olur da aşkın sınavı olmaz mı? Belki de yerince bir tedbirdir bu. Romeo ve Juliet’te, rahibin Romeo’ya fısıldadığı sahneyi hatırlayın. Yüreğini yakan aşkın ateşini gencin gözlerinde okuyan rahip, “ Ölçülü sev ki, sevgin uzun sürsün” dememiş miydi? Ölçü girdi mi, aklın yardımıyla karar perdesinde dolaştı mı duygular, en çılgın aşklarda bile mutluluğa yakın durur insan kalbi.

Ömründe bir defa olsun bu çarpıntıyı duymamış, aşkı derinden hissetmemiş kimse var mıdır acaba? Herkes bir yürek yangını yaşamıştır, ama en acı veren aşklar ömür boyu bir sır gibi gizlenen aşklar olmalı. Müjdelerin en güzelini, bazı kaynaklarda hadis olarak rivayet edilen şu söz veriyor: “Bir genç, bir kızı sever de bu sevgisini gizler söyleyemez ve kalbinde bu aşk ile ölürse, o kişi şehit olarak ölmüş olur.”

Hayatın bir gayesi olur da aşkın olmaz mı? Sonunda yanmamak ve yakmamak için aşkın izini ve adresini iyi sürmek gerekir.

Aşkın da, birçok duygu için sözkonusu olduğu gibi, iki yönü var: biri aşk-ı hakikî, yani gerçek aşk, diğeri ise mecazî, yani geçici aşk. “Aşk şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbublara müteveccih olduğu zaman ya sahibini daimi bir azap içerisinde bırakır veyahut o mahbub o muhabbetin fiyatına değmediği için baki bir mahbubu arattırır. O zaman aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab eder [dönüşür].”

İnsan birisini delicesine sevse de, sevdiğiyle, sevgilisiyle buluşup ona kavuştuktan sonra aşkı yavaş yavaş sönmeye başlar. Geçici aşkların külleri er-geç savrulacaktır. Yine de, o geçici aşk âşığın varlığını erittiği için, “Mecazî aşk gerçek aşkın köprüsüdür” demişler, onu da bir bakıma hoş görmüşlerdir.

Gerçek aşk, Yaratana karşı duyulan aşktır. Bu dünya gölgeler dünyasıdır. Aynalardaki tecelliye, görüntülere takılmayıp o aynalarda kendini gösteren güzelliğin kaynağına, gerçeğine ulaşmak gerekir. Bu aşk güzele değil güzelliğe, tek bir kişiye değil herşeye, Allah’ın güzel isimlerinin her bir zerrede görünen sanatına, sıfatına, kudretine, hikmetine, kemaline, lütfuna, hatta kahrına gönülden bir bağlanıştır.

Evet, bu kâinatın yapısında, mayasında muhabbet vardır. Bu çekim alanının içine kalp taşıyan herşey girer. Onun cazibesine kapılır, kâinat aşkla durur aşkla yürür. Ve aşkla döner, bir mevlevî gibi.

Allah’ın sonsuz güzellikteki yaratışı, Kendisini bildirmeye olan münezzeh sevgisinden doğmuştur. Onun için, eskiden, bir yere gelene “Hoşgeldin” mânâsına, birşey yiyenlere içenlere yine “Afiyet olsun” yerine, “Aşk olsun” derlermiş. Muhatap, bu söz karşısında ya “Eyvallah” ya da “Aşkın cemal olsun” dermiş.

Biz de şöyle bağlayalım yazımızı:

“Aşk olsun” dedi.

“Aşkın cemal olsun” dediler.

“Cemalin nur olsun” dedi.

“Nurun alâ nur olsun” dediler.

Ne diyelim, gönülden bir aminden başka...


Konular